UMUDUN "ÖYKÜ"SÜ
Komiser Serhat Bey,
Siz “Bu devirde hala el yazısı kullanan insan kaldı mı?” diye düşünürken, ben size kendimi tanıtayım. Ben Neriman, Neriman Mutlu dersem muhtemelen beni hatırlarsınız. Bir yıl önce Öykü Mutlu vakasının çözümünde en büyük rolü siz almıştınız, adeta kendi meselenizmiş gibi sahiplenmiştiniz davayı. Acaba bu mektubu size yazarak iyi mi yapıyorum, bilmiyorum gerçekten. Siz mektubu baştan aşağı okuyup “Neden ben?” demeden önce, ben açıklayayım durumu.
Bizim durumumuzdaki bir aileyi pek umursayan olmaz. Bu dünyada canın yandıysa, haksızlığa uğradıysan, uzanmış bir yardım eli arıyorsan, boşa umutlanıyorsundur genelde. Önemsenmek için para gerekir çoğu zaman. Şatolarda yaşamana gerek yoktur, ama altında şık bir araba, cebinde çek defteri, prestijli bir iş, davalarına koşuşturan iyi bir avukat ve üç oda bir salon bir evin varsa insanlar seni önemsemeye ve dinlemeye başlar. Ama bizimki gibi iki emekli öğretmen maaşı, Keçiören’de kiralık bir daire ve öldürüldüğünden korktuğunuz kayıp bir kızınız varsa, “Gelin size yardımcı olalım,” diyen pek çıkmaz. İşte, bizim şansımız sizdiniz. O uzanan el sizindi ve biz de eşimle o eli sıkı sıkı tuttuk. Sizi evladımız belledik bu süre boyunca… Her akşam dua ettim, siz ve Öykü’m için.
Üç ay süren bu zorlu süreç tamamlandı ancak dualarımın yarısı kabul oldu. Öykü’mü buldunuz, ama sadece bedenini… O üç ayda kocamla kendimizi hazırlamaya çalıştık bu sona, ama nasıl hazırlanılabilir ki böyle bir şeye? Kendi ellerinizle büyüttüğünüz, her şeyden ve herkesten çok sevdiğiniz, canınızdan can verip dünyaya getirdiğiniz, canınıza can katan ve yirmi dört yıl boyunca her gece saçını okşayıp üstünü örttüğünüz bir insanın ölümüne nasıl hazırlarsınız kendinizi? Cevap basit: hazırlanamazsınız! Her gün camda altı saatinizi geçirirsiniz, kapı ve telefon her çaldığında kalbiniz sıkışır, her gece saatlerce dua edersiniz. O haber geldiğindeyse tüm bu kargaşa biter ve yerini mutluluğu içine çeken ve asla doymayan bir kara deliğe bırakır. Her şey boşlukta kalır. Camda geçen saatler artık sonlanmıştır, tüm umutlarınız tükenmiştir ve hayat şekersiz, şekli bozuk bir pasta halini almıştır. O şekilsiz ve tatsız, yamuk yumuk şeyden bir tat alamazsınız, yemeye katlanamazsınız. Her şey umutla alakalıdır aslında. Umut en büyük acıdır çünkü hiçbir şeyi olmayan bir insanın sahip olabileceği en basit şey umuttur. Ancak siz onun umudunu elinden alırsanız… İşte o zaman başlar boşluk. Tıpkı kocamda ve bende olduğu gibi.
Kocam, Mustafa… Hayat arkadaşım, meslektaşım, kızıma göre dünyanın en iyi babası… O kadar değişti ki bu olaydan sonra, bu dönüşüme ben bile inanamadım. Öykü’nün adını o koymuştu. “Bizim öykümüz artık o olacak, annesi ve babası edebiyat öğretmeni olan bir kızdan daha azını bekleyemeyiz!” demişti. Hep çok neşeliydi. Zorlu zamanlarımızda omzumdaki koruyucu el onundu, ağladığımda göğsüne yaslandığım yine oydu. Her zaman gülerdi ve her kötü anda söylediği beni azıcık da olsa rahatlatan bir cümlesi vardı: “Umudunu kaybettiğin an güneşe bak, o asla umudunu kaybetmeyecek ve her gece kaybetmeye mahkum olsa da her sabah yeniden doğacak,” derdi.
Ancak kötü haberi aldığımız an bu neşeli, sevgi ve umut dolu babacan ihtiyardan eser kalmadı. Ben ağladım; günlerce, haftalarca, aylarca ağladım. Lanetler savurdum, her şeyi kırıp döktüm. Duvarları yumruklayarak kanla boyadım, saçlarımı yoldum ve aradan dört ay geçmesine rağmen göğsümde açtığım tırnak yaraları geçmedi. Ama Mustafa... Kıpırdamadı. Dudakları titredi, ardından sakinleşti. Ve camın kenarına gidip saatlerce orada bekledi. Adeta nefes almıyordu, gözlerini kırpmıyordu. O gece yatakta ağlarken uyuyakalmışım. Uyandığımda hala oradaydı ve gözlerinin altı çökmüştü. Akşama kadar da kıpırdamadı ve sonunda ayağa kalktı. Bodruma indi ve kışın sobada yakacağımız tahta parçalarını aldı, ince olanları seçip pencereleri tahtalarla kapattı. Tamamen delirdiğinden emindim ancak o olaydan sonra konuşabileceğimden emin değildim. Oldukça zorlanarak, kısık bir sesle sordum:
"Neden?"
"O umut denen orospu çocuğunun artık bu evde yeri yok!"
Ve o cevaptan sonra nadiren konuşur oldu. Çok gerekmedikçe ne evden çıktı ne de beni çıkardı. Sadece sustu. Kahkahalarıyla duvarları çınlatan sevgili eşimden ve dünyanın en iyi babasından eser kalmamıştı. Melankolik, karanlık ve suskun bir adam vardı artık. Ben ise ona adamıştım kendimi, artık her şeyim oydu. Kızımın yokluğunda oluşan bu kara delik her şeyimi alabilirdi ama kocamı alamazdı. O benimleydi. O Sağlıklıydı. O her şeyimdi. Çok da uzun sürmedi ama fark etmem, o kara delik kocamı da alıyordu içine... Mutluluklarımı, eğlencelerimi, hobilerimi almıştı benden. Artık ne kitap okuyabiliyordum ne müzik dinleyebiliyordum ne de yürüyüşe çıkabiliyordum. Güneşimi bile almıştı benden ve şimdi gözünü kocama dikmişti. Kocam eriyordu, her geçen gün eriyordu. Sabah kahvaltı alışkanlığımız zaten bitmişti, peynir ekmek yiyip çay içerdi ayakta. Konuşmazdı, gülmezdi. Tepki vermezdi. Sonra otururdu, sadece otururdu. Ve dalar giderdi bambaşka bir dünyaya, bambaşka öykülere...
İnanmazsınız belki; ancak tam dört ay boyunca böyle yaşadık. Konuşmadık. Yirmi dört saat beraber olan hatta bir ömür beraber olan iki insan; aynı evi, aynı hayatı, aynı kaderi paylaşan iki insan, dört ay boyunca konuşmadı. Ta ki bu sabaha kadar…
"Ben yapamıyorum Neriman. Onsuz yapamıyorum."
Kalın, gür ve kendine güvenen o ses gitmiş; yerine ince, zayıf ve umutsuz bir ses gelmişti. Zaten çok zayıflamıştı ve saçları oldukça seyrelmişti. Ama bunu beklemiyordum kesinlikle. Benimle tekrar konuşacağı an, çok daha farklı olur diye düşünmüştüm çünkü. Ben, mutfakta her zamanki gibi ağlayacaktım. Gizli gizli, hıçkırarak, sarsılarak ağlayacaktım. Ve biri omzumu tutacaktı o anda. Dönüp baktığımda Mustafa’yı görecektim. O kudretli sesiyle, "Beraber yapabiliriz, inan yapabiliriz," diyecekti.
Ama olan şey, hayallerimle tamamen zıttı. Bana hayat verecek olan adamı, hayat arkadaşımı da kaybetmiştim demek… Kara delik kazanmıştı. Artık kaybedecek hiçbir şeyim yoktu canımdan başka.
Düşündüm, belki son bir şansımız daha vardı hala. Ben diyebilirdim bu sefer, ben hayat verebilirdim. "Beraber yapabiliriz, inan yapabiliriz!" diyebilirdim.
Ama yapamadım... Çünkü ona bir kez daha umut vermek demek, ölü bir çiçeği sulamak demekti. Bu sadece ona acı verecekti, biliyordum. Doğruları söyledim ben de, düşünmedim. Kalbimi dinledim ve kalbimin diyebildiği tek şey, “Ben de yapamıyorum Mustafa, yapamıyorum," oldu.
Masmavi ama acıdan çökmüş gözleriyle gözlerime uzun uzun baktı. Bu sefer boş bakmıyordu; aylar sonra düşüncelerle doluydu o gözler. Baktı, baktı, baktı… Dakikalar sonra o derin bakışlar bir anda silindi, hızla ayağa kalktı ve acı dolu bir çılgınlıkla yaklaştı. Sonra kulağıma eğildi,
"Halledeceğim her şeyi. Tüm acılarımıza son vereceğim artık," dedi ve hızla çıktı evden. Kalakaldım. İlk başta “Ne yaptım ben?" diye düşünüp paniklediysem de yavaş yavaş kabullendim durumu. Olması gereken oluyordu belki de. Belki de gerçekten kocam haklıydı, çıldırmamıştı ve tek çıkış yolu vardı bu kara delikten. Kendimi hazırlamaya çalıştım bir kez daha, bu sefer ölümle yüzleşecek olan ben olacaktım muhtemelen ve yıllarca düşündüğüm şey tekrar aklımdan geçti: "Keşke onun yerine benim canımı alsalardı..." O kadar basitti ki her şey... Kaybedeceği her şeyi kaybetmiş yaşlı bir kadına, kızının yanına gitmek nasıl kötü gözükebilirdi ki zaten? Hemen içeri gidip kağıt kalem aldım ve bu mektubu yazdım size. Çünkü dünya gözüyle görmek istediğim tek bir şey vardı benim: Kızımın katilinin hapislerde sürünmesine tanık olmak, onu bir lağım faresi kadar sefil bir halde görüp yüzüne tükürmek. Ama olmayacak bu, onun için sizden son bir ricam var. Bu mektubu da lütfen mahkemeye sunun ve o adama bir değil de üç öykünün sonunu getirdiğini gösterin. Ancak böyle gözüm açık gitmez…
Siz bu mektubu muhtemelen iki gün sonra alacaksınız ve bizim öykümüz çoktan bitmiş olacak. Lütfen yaşlı ve acılı bir annenin son talebine seyirci kalmayın Komiser Bey. Dava kötüye gitmeye başlarsa da umudunuzu kaybetmeyin. Kocamın ve benim düştüğümüz hataya düşmeyin sakın. Bunu söylemek için çok geç belki ama ne yaparsanız yapın, ne kadar engellemeye çalışırsanız çalışın, güneş her zaman yeniden doğar...
Kıvanç Güven
Ekim - 2012
Bu öykü, Kalem Dergisi'nin 11. sayısında
(2012 - Kasım & Aralık Sayısı) yayınlanmıştır.
Bütün hakları saklıdır ve avkivancguven@gmail.com adresine bildirilmeden ve izin alınmadan kullanılamaz