top of page
kitap kapakları (2).png

KIRIK KANATLAR

“Selda Hanım, Doktor bey sizi bekliyor.”

Kalbimin çarpıntısına hakim olmaya çalışıyordum ancak ne yaparsam yapayım sakinleşemiyordum. Dizlerim öyle fena titriyordu ki birbirlerine çarpıp beni düşüreceklerinden endişelenmeye başlamıştım. Bir film şeridinin tekrar tekrar başa sarması gibiydi yaşadıklarım. Bunu biliyordum, ancak yine de kendimi durduramıyordum. Korkmamam lazımdı, korkacak bir şey yoktu. Ama olmuyordu işte, Azrail içeride beni bekliyormuş gibi tir tir titriyordum.

 

“Yavrum, meleğim benim. Ben senin yanındayım. Sakin ol, bembeyaz oldun yine. Altı üstü midende bir şey var mı diye bakacak doktor.” Canım annem benim, nasıl da sezmişti korkumu. Elimden tutup o güzel, yorgun gözleriyle bana öyle bir baktı ki… Ruhumu görüyordu sanki. Ayakta duran genç kızının gözlerine, yerde bacaklarını birleştirip oturmuş hıçkıra hıçkıra ağlayan dört yaşındaki kızını görür gibi bakıyordu. Biliyordum, bedenimle değil, ruhumla konuşuyordu. Sıcacık elleriyle, terden sırılsıklam olan sırtımı sıvazladı. İçime tarif edemeyeceğim, sadece annelerin çocuklarına hissettirebileceği sıcak ve yumuşacık bir his doldu. Konuşamasam da hafifçe kafa salladım. İçeri girdik.

 

Doktorun ruhsuz, bembeyaz ofisi bizi karşıladı. Masanın arkasındaki duvarda duran diplomalara bakıp kendimi rahatlatmaya çalıştım. Bu kadar çok diploması olduğuna göre, işinin ehli olmalıydı sonuçta.

“Mer… Merhaba.” Sesim öyle titriyordu ki, konuşmaya çalıştığım için kendimden utanmıştım. Utançla yere bakarak çenemi kapattım.

Bu küçük çabam, doktorun umurunda bile olmadı. İnsan en azından bir yüzüme bakar… Ama belli, bezgin ve bitik bir adamdı. Derdi ben değildim, bu herifin hiçbir şeyi umursamadığı, hayatından yıldığı her halinden belli oluyordu.

Diplerden gelen, tarifi zor bir korku hissi kendini hissettirmeye başladı. Gözlerimi yumdum, geliyordu…

 

Bu adam işini o kadar umursamıyordu ki, hastalarına da gereken ilgiyi göstermeyeceği barizdi. Allah bilir kaç hasta ölmüştü ellerinde… Belki de bugün sigarayı bırakmaya karar vermişti ve dikkati çok dağınıktı… Ya da her sabah içtiği kahveyi bu sabah içmemişti… Ya da karısıyla kavga etmişti ve aklı ondaydı, o yüzden bana yanlış tedavi uygulayacaktı… Evet eminim, bu odadan cesedim çıkacak, diye düşündüm. Nefes alamıyordum, ne yapacağımı-

 

“Selda cevap versene doktora!” Annem elimi sertçe, uyarırcasına sıktı. Acıyı hisseden parmaklarım, beni kendime getirir gibi olmuştu. Uzun bir süredir, masanın arkasında duran sedyeye bakıyor olmalıydım.

 

“Ef… Efendim?”

 

“Allah Allah! Sağır mısın sen? Her hastayla böyle yarım saat uğraşacaksak…”

 

“Özür dile-“

 

“Şikayetin ne?”

“Şey… Midem.”

“Tövbe yarabbi… Biliyoruz onu be! Nesi var midenin?” Oturduğum yerde iyice sindim. Kendimi onun karşısında ezilmiş, oldukça savunmasız hissediyordum. Üstüme geldikçe anksiyetem artıyor, her saniye daha çok geriliyordum.

 

“Bulanıyor… Sürekli bulanıyor. Bir de şey… Sırtım çok kaşınıyor.”

 

“Ben anlamam sırttan falan. Dermatolojiye göster. Midene de endoskopi yapacağız.”

 

İşte o an gelmişti! Dehşet içinde anneme baktım. Benim burada ölmeme izin vermeyecekti herhalde. İnsanın ağzından içeri upuzun bir boru sokulur mu hiç? Nasıl nefes alayım? Peki ya o boru kalbime değerse, ciğerlerimi parçalarsa? Ya o borunun bir parçasını içime unuturlarsa? Boru sıkışırsa…

Dehşet, kanımın her bir parçasına yine işlemeye başlarken, ellerim buz kesmişti. Annemin eline yapıştım. Ona nasıl baktıysam artık yüzünü buruşturarak, “Doktor Bey, endoskopinin risklerini anlatır mısınız? Bir riski yok değil mi? Selda’nın anksiyete dönemleri olur da; hani rahatlasın diye…” dedi.

 

O utanç verici eziklik bir kez daha el salladı uzaklardan. Başkalarına karşı; ben olduğum için, benliğimden duyduğum utanç… Her şeyden korktuğum için, korkmamın çok saçma ve anlamsız olduğunu bildiğim halde korktuğum için, bazı sabahlar yataktan çıkmaya dahi korktuğum için utanıyordum yine. Altı üstü mide bulantım için gittiğim doktorda, ölüm olasılığımın ne kadar düşük olduğunu bilsem bile, yine de beni öldürmesinden o kadar korkuyordum ki…

 

“Size de çattık valla ya… Risk misk yok, ameliyat değil bir şey değil. Yat şuraya.”

 

Doktorun zalim tavrının da desteğiyle, bilincimin yerinde olduğu son dakikalara girdiğimin farkındaydım artık. Geçen gün okulda da böyle olmuştu. Beden eğitimi hocası takla atmam için ısrar ettikçe işler daha da sarpa sarmıştı. Neler olduğunu hatırlamıyordum bile. Tek hatırladığım şey, sırtımda hissettiğim o korkunç kaşıntıydı. Ve ertesi günkü acımasız kahkahalar.

 

Fakat bu sefer meleğim yanımdaydı. Annem kibarca elimi tutup beni sedyeye kadar geçirdi. Şok halinde ona bakıyor olmalıydım. Omuzlarımda kibar ellerini hissettim. Narin bir baskıyla beni yatırdı.

 

Sırtımda bir karıncalanma hissettim… Sırtım birazdan deli gibi kaşınmaya başlayacaktı. Yine.

 

Ardından bir gölge, annemin yanında beliriverdi. Meleğimin yanında celladım duruyor, elindeki hortumu orak gibi tutarak ağzının içinde bir şeyler geveliyordu.

 

Ölecektim. İliklerime kadar hissediyordum. O hortum, o cinayet silahı, o katil boru vücudumu paramparça edecekti. Artık hiçbir şey duyamıyordum. Kulağıma yalnızca uğultular geliyor, dünyam yavaş yavaş kararıyordu.

 

Yüzümde bir el hissettim, bana maske gibi bir şey takmaya çalışıyordu.

 

Ani bir refleksle o eli tutuverdim.

 

“Ne yapıyorsun kardeşim sen? Dalga mı geçiyorsun? Çek ellerini.” Doktorun ellerini bırakamıyordum. Elini tuttuğumu hissetmiyordum fakat öyle sıkı tutuyordum ki ellerimiz bembeyaz olmuştu.

 

“Bırak lan, bırak! İşe bak ya, akşama kadar psikopatlarla uğraşıyoruz! Bırak!”

 

“Yavrum, bir tanem, bırak doktorun elini.” Annemin hüzün dolu sesi içime doldu. “Yapma kızım, gel gidelim canım benim. Hadi kızım. Bak hiçbir şey olmadı sana.”

 

Ellerim kendiliğinden gevşerken, doktor bozuntusu kendini can havliyle geriye attı. Boğumları bembeyaz olmuş ellerini hızlı hızlı sallayarak “Defolup gidin buradan!” diye gürledi.

 

***

Eve nasıl geldiğimi, yolda neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Sadece annemin sürekli yanımda olduğunu ve beni çok sevdiğini söylediğini anımsayabiliyorum. Ona neler dedim, ne cevaplar verdim hiçbir fikrim yok. Hatta neden doktorun yanında böyle bir şey yaptığımı bile bilmiyorum.

 

Çocukluğumdan beri böyleyim ben. Annemin anlattığına göre, babam öldükten sonra ipin ucu iyice kaçmış. İlk hatırladığım, yedi yaşındayken geçirdiğim kriz. O kadar çok yağmur yağıyordu ki, tüm dünya sular altında kalacak ve hepimiz boğulup öleceğiz zannetmiştim. Haftalarca havuz kolluklarım kollarımda, ağlaya ağlaya uyumuşum. Birkaç ay sonra kayan bir yıldız gördüğümde, dünyaya bir meteorun çarpıp hepimizin sonunu getireceğinden emin olmuştum ve yine haftalarca ağlamıştım. Ama en korkuncu, akşam haberlerini ilk kez izlediğimde olmuş. Ben o dönemi pek hatırlamasam da aylarca çıldırmış gibi davrandığımı söylüyorlar. Yani muayenehanede yaşananlar ilk kez olmuyordu.

 

Ama yine de bu seferki kanıma çok dokunmuştu. Çocuk gibi azar yemiştim doktordan. On beş yaşındaki bir kızın kalbini kırmak ne kadar da kolaydı. Doktor olacak iki paralık adamın annemle bana köpek gibi davranmasına izin vermem, onun gözünde ne kadar aşağılık ve tiksindirici bir varlık olduğumu fark etmem… En üzücü kısmı ise, annemin gözünde hiçbir şeyin değişmediğini bilmemdi. Neden bilmiyorum ama bana en çok bu dokunuyordu. Bana karşı o kadar koşulsuz, o kadar beklentisiz bir sevgi içindeydi ki... Böyle hissetmem çok mantıksız, biliyorum ama onun bana böyle destek olması, hayatının merkezine benim mutluluğumu koyması benim içimde bir burukluk yaratıyordu.

Eve gelir gelmez üstümdeki her şeyi çıkartıp kendimi yatağa attım. Yatağa yatıp dizlerimi kendime çektim, sessizce, içli içli ağlamaya başladım.

 

Ne kadar süre orada öyle yattım bilmiyorum. Tek düşündüğüm şey, kendimden ne kadar nefret ettiğimdi. Neden böyleydim? Neden bunun bir rahatsızlık olduğunu bildiğim halde halen aynı şeyleri yapıyordum? Peki ya annem de benden nefret ederse? O da benden utanmaya başlarsa? Düşüncelerimin zalimliği eşliğinde sırtımı kaşıyor ve ağlıyordum.

 

Kapının tıklatılmasıyla irkildim. Annem kapının girişinde bana bakıyordu. Kibarca, “Girebilir miyim?” diye sordu. Burnumu çekip onaylarcasına kafa salladım.

 

Yatağa oturdu. “Yine mi kaşınıyor?”

 

“Evet.”

 

“Ben kaşırım meleğim.”

 

Yavaşça tişörtümü sıyırmamla, annemin inlemesi bir oldu. Ne olduğunu anlamak için korkuyla ona döndüğümde, beni panikletmemek için gülümsemeye çalıştı ve “Kızım çok sert kaşıyorsun, kaç kez şöyle yapma dedim.” dedi.  Bir sıkıntı olduğunu sezerek, hiçbir açıklama yapmadan ayağa kalıp odanın karşı köşesindeki aynaya sırtımı döndüm, başımı çevirip arkamı inceledim.

 

Annem haklıydı. Sırtımda sürekli kaşınmaktan yaralar çıkmıştı. O yaralar kabuk bağladıkça daha çok kaşınıyor, sonra ben onları kaşıyıp kanattıkça daha büyük kabuklar bağlıyordu. Bir döngüye girmiştim. Tüm vücudum yara bere dolana kadar, sırtım paramparça olana, omurgam ellerimde kalana kadar kaşınmaya devam edecektim. Hatta o kadar çok kaşınacaktım ki bir gün elimi sır-

 

“Bir şey olmayacak. Birazcık kızarmış. Sakin ol güzel kızım. Gel otur.”

 

Doğru mu söylüyordu? Hiçbir şey yok muydu? Annemin sakin sesi beni de biraz sakinleştirmiş olacak ki, bu sefer aynaya baktığımda gerçekten de hafif kızarıklıklar ve kabuklar gördüm. Ciddi bir şey olmamalıydı. Rahatlamış bir şekilde annemin yanına oturdum.

 

“Anne, sırtımı kaşıdıktan sonra saçlarımı da tarar mısın?”

 

Güzel, sıcacık bir kahkaha attı. “Tabii ki.”

 

“Anne, şey…” Yüzüne bakamıyordum. “Benden utanmıyorsun değil mi?”

 

Bu seferki kahkahası daha yüksekti. “Saçma sapan konuşma be! Sırtını kaşımayı ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?”

 

Şimdi kıkırdama sırası bendeydi.

 

 ***

Yorganın altında, her yerime batan bir rahatsızlık hissi ile uyandım. Ceset gibi uyumuştum. Annem sırtımı kaşıya kaşıya beni mayıştırmış olmalıydı. Böyle huzurlu bir uykunun, bu derece bir rahatsızlıkla bölünmesi sinirimi bozuyordu. Sanki yorganımın altında bir sürü gömlek, pantolon ve başka tenime batan şeyler vardı. Gözlerimi açmadan, hepsini itip uyumaya çalıştım ama hiçbir şeyi hareket ettiremedim. Tüylü, yumuşak şeyler yorganın altını tamamen ele geçirmişti. Gözlerim kapalı, yarı uyur halde bu yumuşak şeyleri öfkeyle çekiştirip kenara fırlatmaya çalıştım. Ve hiç beklemediğim bir şey oldu.

 

Canım acıdı. Gözlerim nasıl açıldı, yataktan nasıl fırladım bilmiyorum ama ayaktaydım. Yatakta ne vardı, canımı ne acıttı anlayamadım ama deli gibi korkuyordum. Panikle yatağa baktım, içinde hiçbir şey yoktu. Neler olduğu anlayamıyordum. Uyku sersemliğiyle, hayal ile gerçeği karıştırmış olmalıydım.

 

Sakince nefes aldım. Banyoya gidip yüzümü yıkamaya, sonra da kendime güzel bir karışık tost yapmaya karar verdim. Evde çıt yoktu, demek ki annem yine hafta sonu mesaisine gitmişti.

 

Tam kapıdan geçecekken, odamın karşı duvarındaki aynada gözüme bir şey çarptı... Beyaz bir şey. Aynaya bakmak için birkaç adım geri attım.

 

Hayatım boyunca böyle bir korku hissetmemiştim. Aynada gördüğüm şey… Bu çok farklıydı. Bu sefer korkuyu iliklerimde hissediyordum, dehşetime dokunabiliyor, duyabiliyor, onu koklayabiliyordum. Bu sefer ağlayamıyor, bağıramıyor, tepki gösteremiyor, nefes alamıyordum. Tüm kalbim dehşetle donmuş, tüm dünyam afallamıştı. Gözlerimi dahi kırpamıyordum. Başım dönmeye başladı. Sanki tüm odadaki hava bir anda boşalmıştı.

 

Bu gerçekten de öncekiler gibi değildi, bu sefer başıma her ne geldiyse, sahiden hayatımın mahvolduğunu iliklerimde hissediyordum. Aynadan gözlerimi ayıramıyordum.

Sırtımdan dev gibi iki beyaz kanat çıkmıştı.

 

Çığlık atmaya başladım. Deliler gibi bağırıyor, kendi çevremde dönüyor, kanatlara dokunmaya çalışıyordum. Ama ben döndükçe onlar da dönüyor, sırtımdaki groteskliği Mevlevi dönüşlerle tamamlıyorlardı. Ne yaparsam yapayım onlara ulaşamıyordum.

 

Kontrolü tamamen kaybetmiş, kontrolsüz çığlıklar eşliğinde kendimi oradan oraya vurmaya başlamıştım. Yerlerde sürünüyor, duvarlara çarpıyor, ağlayarak kanatlarıma dokunmaya çalışıyordum. Sonra birden, onları hareket ettirebildiğimi fark ettim. Tıpkı kolumu hareket ettirmek gibiydi. Kanatlarımı hafifçe yana doğru eğdim ve sol kanadıma dokundum.

 

Yumuşacık. Tertemiz. Bembeyaz. Salya sümük ağlarken; bu temiz, naif, cennetten çıkmış gibi duran kanatlar içime aniden bir huzur hissi yayıverdi. Hala ağlıyordum, ancak şok etkilisiyle olsa gerek sakince kanatlarımı okşamaya başladım. Aynaya bakıp kanatları incelemeye başladım.

 

Aynadaki yansımam hem tarif edilemeyecek derecede epik hem de bir o kadar çarpıktı. Kanatlarımın her biri yaklaşık 2 metre uzunluğundaydı. Onları istediğim gibi eğip bükebiliyor, bir güvercin gibi katlayabiliyordum. Bembeyaz, ışıl ışıl duruyorlardı. Sabah güneşi üstlerinde büyük bir asaletle parlıyor, adeta güneşin kanatlarım için doğduğunu kanıtlıyordu.

 

Fakat bedenim tüm bu asaleti bir karadelik gibi emmekteydi. Sıska vücudum, kemikleri sayılabilecek kadar zayıf gövdem ve ince bacaklarım, bu melek kanatlarına olabildiğince tezattı. Sanki büyük bir yanlışlık olmuş gibi duruyordu.

 

Ama yine de, bu sefer gerçekten korkmam gerektiğini bildiğim halde, içimde korku yavaş yavaş silinmeye başladı. Çok etkileyiciydim, çok güzeldim. Annem haklıydı galiba, ben bir melek olmalıydım. O kadar muhteşem duruyordum ki… Bu halde, kanatlarımı savurup uçarak okula gittiğimi hayal ettim. Benimle sürekli dalga geçen sınıf arkadaşlarım acaba neler düşünecekti? Kıskançlıktan çatlayacakları kesindi.

Peki annem? Annem ne düşünecekti? Benimle gurur duymalıydı. Kızı melek olmuştu sonuçta. Annemi kucağıma alıp uçtuğumu, Haliç’te süzülüp martılara dokunduğumuzu hayal ettim. Harika olacaktı. Haber programları beni çağıracak, Türkiye’nin ilk meleği ile röportaj yapacaklardı. Filmlerde başrolde oynayacak, yakışıklı erkekleri patlama sahnelerinde kucaklayıp kaçıracaktım. Evet, hayat şimdi başlıyordu.

 

Kırbaç şaklamasını andırır bir sesle, kanatlarımı tamamen açtım. Odanın bir ucundan diğer ucuna kadar uzanıyordu. Keyifle gülümsedim. Fakat o anda, içime yine anlamsız bir korku doluverdi.

 

İnsanların kanatları olmazdı ki. İnsanlar aniden meleğe de dönüşmezdi. Allah birini melek yapmak isteseydi, beni seçmeyeceği kesin gibiydi. O zaman… Yutkunarak tekrar aynaya baktım. Kanatlarım gerçek olmayabilir miydi?

 

Omzumun üstünden tekrar kanadıma eriştim. Kanadım hassas bir cam parçasıymış ve her an kırılabilirmiş gibi onu narince okşadım. Elime oldukça gerçek geliyordu. Gerçek gibi de hissettiriyordu. Hayır, gerçek olmalıydı. Ayrıca yatarken yanlışlıkla kanadımı çekiştirdiğimde nasıl da canım acımıştı. Evet, o benim bir uzvumdu. Yoksa neden canım acısın ki?

 

Peki ya gerçek değilse? Eh, kaybedecek çok da bir şey yoktu. Eski hayatıma devam edecektim. Tabii bu akıl sağlığımı kaybettiğim anlamına geliyor da olabilirdi... Ama zaten millet bana deliymişim gibi davranıyordu. Gerçekten de kaybedecek çok bir şey yok gibiydi.

Beni rahatsız edecek tek bir şey olurdu bu durumda. “Anne kanatlarıma bak!” dediğimde annemin kanatlarımı görememesi… İşte bu içimi paramparça ederdi. O zaman annemin gözünde ne kadar değersiz olacağımı, kızının tam bir deli olduğundan emin olacağını görebiliyordum. Hiçbir zaman kızına utançla bakmamış olan annem, bu sefer eminim ki utanacaktı benden. Tüm kalbiyle utanacaktı hem de. Kanatlarımın gerçek olduğundan emin olmadan, anneme söyleyemezdim.

 

İyi de nasıl emin olabilirdim ki? Hareket ettirebiliyor, dokunabiliyordum. Ama bunların zihnimin bir oyunu olması olasılığı da vardı tabii. En mantıklısı, başka birine kanatlarımı göstermekti. Tepkisinden gerçek olup olmadığını anlayabilirdim. Fakat sokağa böyle çıkmak tehlikeli olabilirdi. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Annem kadar yakın olduğum ve gerçekten güvenebileceğim kimse yoktu ki…

 

Gözüme, odamın penceresi çarptı. Pencereyi açtım. Olması gerekenden daha soğuk olan Nisan sabahının serinliği odayı doldurdu. Soğuk, ancak güzel bir sabahtı. Aşağı baktım. Dördüncü kattan, aşağıdaki yol çok küçük görünüyordu.

 

Yüzüme bir gülümseme yayıldı. Kanatların gerçek olup olmadığını görmenin en güzel yolunu bulmuştum. Dış görünüşünü değil, işlevini test edecektim.

Annemin benimle ne kadar gurur duyacağını düşündükçe içim kıpır kıpır oldu. Daha fazla beklemenin anlamı yoktu, annemin yanına gitmeliydim. Melek kızını görünce nasıl da mutlu olacaktı…

 

Kanatlarıma son bir bakış attım, harika duruyorlardı.

 

Yüzüme bir gülümseme yayıldı.

 

Kendimi camdan aşağı bıraktım.

 

Kıvanç Güven

Mayıs - 2021

Bütün hakları saklıdır ve avkivancguven@gmail.com adresine bildirilmeden ve izin alınmadan kullanılamaz.

Bu sitede yayımlanan öyküler Kıvanç Güven’e ait olup, Kıvanç Güven’in bu öyküler üzerindeki her türlü hakkı saklıdır. Eser sahibinin rızası olmadan öykülerin başka bir yerde yayımlanması, kullanılması, basılması, derlenmesi, işlenmesi veya eserler üzerinde herhangi bir hakkın ihlal edilmesi durumunda, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında yasal işlem başlatılacaktır.

bottom of page