İNCE ÇİZGİ
Kapalı kapüşonunun altında paranoyak gözlerle çevresini kolaçan eden Eren, hızla apartmana daldı. İzini kaybettirmek istercesine elinden geldiği kadar hızlı bir şekilde merdivenleri tırmandı. Kapının kilidini açar açmaz kendini içeri atıp kapıyı kilitledi.
Uzun süredir bu kadar hızlı hareket etmemişti. Merdivenleri ikişerli çıktığı için güm güm atan kalbine acıyarak alnındaki terleri sildi. Hareketlilikten dolayı, midesinde yine karşı konulamaz bir bulantı hissetti. Elindeki poşeti ayakkabılığa koyup tuvalete koştu, midesinde ne var ne yok boşalttı.
Tuvaletten çıktığında, yüzü önceki halinden bile daha soluktu. Nefes almakta zorlanarak, poşetini tekrar eline aldı; camın kenarındaki masaya geçti. Kafasını dik tutmakta zorluk çektiği için elleri ile kafasına destek olarak, camdan dışarı bakarak rahatlamaya çalıştı.
Kaç gündür uyumadığını sayamıyordu artık. Üç? Dört? Üçten fazla olduğu kesindi. Gecesi gündüzü, uykusu uyanıklığı hepsi birbirine girmişti.
Son yoksunluk krizine girdiğinde de böyle olduğunu hatırladı. Yine vücudunun her bir hücresi, o boku kullanması için onu zorlamıştı. Halbuki yeminler etmişti kendine, “Bir daha asla!” diye çığlıklar atmış, Aylin’i aramış ve kızı üzerine yeminler etmişti… Fakat yalnızca iki gün sonra, tüm tükürdüklerini yalayıp kendini eroinin huzurlu kollarına bırakmıştı.
Bu sefer de öyle olmuştu. “Bir daha asla! Bu seferki çok farklı!” diye karar almıştı Eren. Bunları söylemek için Aylin’i de aramıştı, ama Aylin telefonu açmamıştı. Bundan sonra tüm hayatına çekidüzen verecek, Aylin’le arasını düzeltecek, kızı Melisa’nın tekrar evine gelmesini sağlayacaktı. Belki eski işine de geri dönebilirdi, kim bilir? Bir daha asla ders saatlerini kaçırmayacaktı. Mesleğinin hakkını verecek, çocuklara iyi örnek olacaktı…
Eren bu düşünceler içindeyken, kafasını çevirip evin içine baktı.
İlk gördüğü şey boşluktu. Bomboş bir ev… Eskiden televizyonun olduğu yerde, artık yalnızca anlamsız bir boşluk vardı. Müzik seti, rahmetli annesinden kalma antika büfe, koltuk takımı… Hatta çamaşır makinesi, fırın, ocak… Hepsi gitmişti. Hepsini satmış, karşılığında aldığı zıkkımı da bu yoksunluk krizlerini önlemek ve ölümünü hızlandırmak için kullanmıştı.
Eli, iki saat önce alyansının olduğu yüzük parmağına gitti. Bir uzvunu kaybeden insanların, uzuvları hala varmış gibi hissettiklerini anımsadı aniden. Eren de öyle hissediyordu. Yüzük hala parmağında gibiydi.
Kuyumcudayken kendisinden öyle bir tiksinmişti ki… O dünyalar güzeli kızın, Melisa’nın babası olmayı hak etmiyordu. Onu uyutmak için kitap okumak, uykuya daldıktan sonra güzel saçlarını okşayıp ufacık bedenini battaniye ile örtmek... Artık hepsi birer hayaldi. Aylin’in sevgisi ve şefkati de öyle. Hepsini kaybetmişti. Kuyumcuya giderek mezarına son çiviyi çakmıştı.
İşte tam olarak o anda karar vermişti Eren. Ölmeliydi. Bir parazite dönüşmüştü. Tek yaptığı şey tüketmek ve ölüme koşmaktı. Uyuşturucu almadığı zaman yoksunluk krizleri geçiriyor ve başka hiçbir şey düşünemiyordu: titriyordu, ağlıyordu, kusuyordu. Sonra gidip uyuşturucu alıyor, kullanıp birkaç saat iyi vakit geçirdikten sonra titriyordu, ağlıyordu, kusuyordu… Bu döngüye katlanamıyordu artık. Üstelik böyle bir hayat sürdürebilmek için -buna hayat denebilirse tabii- bir hamam böceği gibi yaşadığını düşünüyordu. Saygın bir edebiyat öğretmeniyken; artık evindeki tüm eşyaları tek tek satan, yemek için bazen çöpleri karıştıran hatta ciddi ciddi hırsızlık yapmayı dahi düşünen biri haline gelmişti. Kendini, yaşamaya layık görmüyordu artık. Hele ki baba olmaya hiç ama hiç layık değildi.
Alyansın karşılığında aldığı parayı cebine koyarak çıkmıştı kuyumcudan. Gözyaşlarını tutamamıştı, bir ara sokağa girip içini çeke çeke ağlamıştı… Sonra da torbacısını arayıp az önce eline geçen tüm parayı ona vermiş, karşılığında da ona haftalarca yetecek kadar eroin almıştı. Fakat haftalarca eroin almak gibi bir planı yoktu.
Madem hayatının büyük çöküşü bu beyaz zıkkımla başlamıştı, sonu da onunla gelecekti. Son bir kez o harika duyguları hissedecek, ardından son bir kez dibe vuracaktı. O kadar yükselecekti ki, dibe vurduğunda kendine dair hiçbir şey kalmayacaktı. Güneşe fazla yaklaşacaktı, İkarus olacaktı…
Tüm bu düşünceler eşliğinde, eğri büğrü poşeti inceliyordu. Titreye titreye, Azrail’i ile birkaç dakika daha bakıştı. Son akşamının tadını çıkartmaya, hayatını olabildiğince uzatmaya çalışıyordu. Fakat mide bulantısı ve kalp çarpıntısı buna izin vermiyordu.
Eren daha fazla dayanamadı ve poşeti açtı. Folyo düzeneğini ve ateşini hazırladı. Normalde tek bir tanesini kullandığı ufak paketlerden sekiz tanesini, folyoya döktü. Ölüme yaklaştığı için korkması gerekiyordu fakat Eren’in ağzı sulanmıştı. Bu his yüzünden kendinden bir kez daha utandığını hissetti fakat aldırmadı. Tozu dağıttı ve ince bir çizgi oluşturdu. Bu çizgi, her zamankinden çok daha uzundu.
Eren, hayatla ölüm arasındaki ince beyaz çizgiye baktı. Nasıl da narin, nasıl da zararsız duruyordu… Çizginin diğer tarafında Aylin ve Melisa duruyordu fakat onlara ulaşamıyordu bir türlü. Olmuyordu, ne yaparsa yapsın olmuyordu. Fakat Melisa… Nasıl da düşkündü babasına. “Anne, babam neden sürekli titriyor? Babam iyi olacak mı? Onu neden doktora götürmüyoruz?” Daha altı yaşında olmasına rağmen çok zekiydi minik şeytan.
Eren Aylin’i de özlemişti tabii ama Melisa… Onun yeri çok ayrıydı. Biricik kızını çok özleyecekti. Bir yandan onu babasız bırakacağı için utanıyordu; ama öte yandan hayatı boyunca Melisa’ya yük olan ve hiçbir işe yaramayan bir babası olmayacağı için sevinmesi gerektiğini hissediyordu.
Ani bir kararla kafasını kaldırdı. Neden kızını aramıyordu ki? Hem… Hem belki kızı onu vazgeçirirdi bu delilikten. “Babacım,” derdi o güzel sesiyle, “kaç haftadır seni göremiyorum. Seni çok özledim. Annemle de konuştuk, birkaç gün sana gelip sende kalacağız. Annem de çok endişeleniyor senin için. Sensiz yapamıyoruz...” diyemez miydi? Pek tabii diyebilirdi.
İşte tek ihtiyacı olan şey bu kıvılcımdı, bu ince çizginin öte yanına geçmesine engel olabilecek tek şey buydu. Ailesi, sevdikleri, ona güvenilmesi, tekrar elinden tutulması… Eren’in bir hamam böceğinden, iyi bir aile babasına, saygın bir hocaya evrilmesini sağlayacak tek şey buydu aslında.
Telefonunu cebinden heyecan içinde çıkarttı. Elleri titreyerek Aylin’i aradı. Nefesi kesilmiş, ağzı kurumuştu. İçecek bir şey aradı, fakat bulamadı.
Aylin’e ne diyecekti? Kesin yine para istediğini düşünecekti. Lafı hızlıca Melisa’yı çok özlediğine getirse, Melisa’yı telefona verir miydi? Tabii mantıklı konuşmak zorundaydı, yoksa kafası iyi zannedip telefonu yüzüne de kapatabilirdi. Ne kadar çok olasılık vardı böyle! Telefon çalarken, Eren sakinleşmeye çalıştı.
Ve kimse telefonu açmadı.
Telefona bakakalan Eren’in gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Herkes yavaş yavaş onu bırakmıştı. Şimdi sıra Aylin’de, dolayısıyla Melisa’daydı. İşin en kötü tarafı, onlara kızamıyordu bile. Onları kaybetmeyi hak etmişti, hem de sonuna kadar hak etmişti. Hayatta önem verdiği herkes, bir bir ayrılmıştı ondan. Artık yaşamanın gerçekten de bir anlamı yoktu.
Telefonu odanın diğer ucuna fırlattı. Folyoyu titreyen ellerine rağmen kibarca havaya kaldırdı, altına çakmağını tuttu. Çıkan dumanı uzun uzun içine çekti ve elleri tutamayana dek bu işlemi tekrarladı.
Artık çizginin diğer tarafındaydı.
Eski dostuna yeniden kavuştu. O tanıdık, kendinden geçme ve mutluluk dolma hissini iliklerine kadar hissediyordu. Sanki ruhu bir mataraydı ve kapağını açıp musluğun altına sokmuştu. Tüm o üşüme ve titremeler bir anda geçiverdi. Artık yanıyordu, cayır cayır yanıyordu hem de. Kahkahalar atarak üzerindeki tişörtü çıkartıp, kemikleri sayılacak kadar zayıf olan vücudunu ortaya çıkardı. Mutluluk içinde kavrulup ter içinde yüzerken; vücudunun dört bir yanı kaşınmaya başladı. Eren bunu azıcık bile dert etmedi, keyifle uyuz bir köpek gibi kaşınıyor ve etrafa tükürükler saçarak gülüyordu. Melisa’ymış, Aylin’miş, aman be… Hep o mu düşünecekti milleti? Azıcık da onlar düşünseydi, onu arasalardı, halini hatrını sorsalardı… Hali de keyfi de gayet yerindeydi zaten, kimseye ihtiyacı yoktu.
Her bir hücresine dolan neşenin yerini huzura bıraktığını fark eden Eren; koltuğuna iyice yerleşti. Gülümseyerek gözlerini kapatıp sıcağın tadını çıkarttı. Arkada sakin bir müzik çalıyor, vücudu sanki şarkının bir parçasıymış gibi teninde kibarca geziyordu.
“Güneş yerinde, her şey yolunda…”
Şarkı doğru mu söylüyordu? Baktı, güneş de gülümseyerek ona bakıyordu, her şey gerçekten yolundaydı. Gecenin bir yarısı bakıştığı güneşe, gülümseyerek el salladı. Zaten güneş garip bir şekilde perdeleri de eritmeye başlamıştı. Garipsemedi, gözlerini yeniden kapatıp kafasını arkaya yatırdı. Sandalye hafif hafif kıpırdanırken, aniden havaya kalktı.
Eren dönerek yükseliyordu. Tavana çarpmaktan korkarak, elleriyle başını kapattı. Ama hiçbir şey olmadı, sandalye fezaya yükselmeye devam etti.
Eren bir anda, haklı olduğunu anlayıverdi. Gerçekten de güneşe çok yakın uçuyordu…
Uzunca bir süre keyifle uçtuktan sonra, sanki görmediği bir basamağı aniden inmiş gibi bir his vurdu midesine. Ne olduğunu anlayamadan, uzaydan, binlerce kilometre yukarıdan düştüğünü hissetti Eren. Ama bu düşüş, rüyadaki yere düşüş anı gibi değildi, buram buram gerçekti.
Ve yere çakıldı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, alnından gelen bir sıcaklık ile iyice afalladı. Gerçekten yerdeydi. Sandalyeden düşmüştü. Yerinden kalkmaya çalıştı, ancak kımıldayamıyordu. Kımıldadığını hissediyor, hatta kımıldadığını biliyordu; ancak yine de kımıldayamıyordu.
İnanılmaz bir mide bulantısı ile dünyası allak bullak oldu. Her yer dönüyordu. Yeniden üşümeye başlamıştı. Ama bu seferki çok daha farklıydı, sanki kutuplarda denize düşüp bir buzdağına tırmanmaya çalışıyormuşçasına üşüyordu. Yalnızca bedeni değil, ruhu bile titriyordu. Dişleri birbirine vurmaktan kırılacak gibiydi. Midesi ağzındaydı, safranın yavaş yavaş boğazında yükseldiğini hissetti. Konuşmaya çalıştı, çığlık atmak istedi; ama sesi çıkmıyordu. Yalnızca kısık sesli homurtular geliyordu. Canlı bir karabasanın içindeydi.
Az önce neredeyse atmayan sakin kalbi, adeta bedenini parçalayıp dışarı çıkmak istercesine atıyordu. Eren elini kalbine bile götüremiyordu, elleri kolları kasılıp kalmıştı.
Midesindeki safra, kontrolsüzce dışarı çıktı. Vücudu kusmaya çalışıyordu ama zaten midesinde hiçbir şey yoktu. Nefes almaya çalışıyor, ancak alamıyordu. Kafasını yan tarafa çevirmekten bile acizdi. Boğazından yükselen her şey, tekrar aynı yere geri dönüyor; nefes borusunu tıkıyordu.
Vücudundaki damarlar şişti, nefes alma çabasıyla attığı ufak çığlıklar yavaş yavaş soldu.
Eren’in kanatları eriyip cansız bedeni dibe vurmadan hemen önce, bu dünyada duyduğu son şey; belli belirsiz çalan bir telefon sesiydi.
Kıvanç Güven
Mayıs - 2021
Bütün hakları saklıdır ve avkivancguven@gmail.com adresine bildirilmeden ve izin alınmadan kullanılamaz.